Frontpage Slideshow | Copyright © 2006-2012 JoomlaWorks Ltd.

12.01.2021, SOL PORTAL, SİYASAL İSLAMCI HAREKETİN YÜKSELİŞİ VE TÜKENİŞİ

 Siyasal İslamcı hareketin yükselişi ve tükenişi

 
 

Osmanlı Devleti'nin son çeyrek yüzyılında varlık göstermeye başlayan siyasal İslamcı hareket, Osmanlı hanedanının Kurtuluş Savaşı sürecindeki teslimiyeti ve ihaneti sonrasında tutunacak dal bulamamış, Cumhuriyetin kurucu iktidarının çok güçlü siyasi meşruiyeti karşısında da pısmak zorunda kalmıştı. Gene de her olanakta (Serbest Fırka gibi) başkaldırmaya hazır olarak beklemişti. 1946 sonrasında çok partili yaşama geçilince önce sağ muhalefet sonra da sağ iktidar partisi içinde kendine yaşam alanı bulacaktı. Bu arada ABD'nin 1950'lerden itibaren iyice ete kemiğe bürünen "Amerikancı İslam" yaratma projesinin Türkiye ayağında her zaman kapsam içinde olacak, palazlanmasını dış desteklerle de hızlandıracaktı.

Bu paraziter kimliğinden kurtulup kendi kanatlarıyla uçmaya başlayabilmesi için biraz daha beklemesi gerekecekti. CHP'nin 1973-74'te Milli Selamet Partisi (MSP) ile yapacağı koalisyon, bir anda siyasal İslamcı hareketi merkezi iktidar ortağı yapacak, meşru bir siyasi zemine sıçratacaktı. 1970'lerin ikinci yarısında MSP, izleyen Milliyetçi Cephe koalisyonlarında da hep iktidar ortağı olarak kalacaktı.

Refah Partisi'nin 1991 seçimlerinde MHP ile birlikte aynı listeden seçimlere katılarak barajı aşması ve daha önemlisi 1994 yerel seçimlerinde üçe bölünmüş bir "merkez sol" hareketin hediyesi olarak tek başına önemli yerel seçim başarıları elde etmesi tarihi bir dönüm noktası olacaktır. Bunun ötesine geçerek 25 yıl boyunca İstanbul ve Ankara'yı elinde tutma "becerisi" siyasal İslamcı harekete çok yeni zeminler kazandıracaktır. 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve koalisyonun büyük partisi olarak (ve dolayısıyla başbakanlığı alarak) bir iktidar deneyimi yaşaması, 2000'lerdeki süresiz iktidarının kapılarının açılmasını kolaylaştıracaktır. Yerel yönetimleri ve merkezi yönetimi deneyimlemiş olması bu harekete toplum nezdinde siyasi güvenilirlik ve meşruiyet payesini kazandırken, 28 Şubat muhtırasıyla iktidardan düşürülmüş olması ona sürekli istismar edilecek/ sürekli "mağduriyet" üretilecek bir alan kazandırmış olacaktır. Bunu en iyi kullanan da, o hareketten daha işbirlikçi ve daha takiyyeci bir biçime "dönüşerek" türeyen AKP olacaktır.

Bazı sonuçlar

Sonuç 1: Cumhuriyetin kuruluş döneminde başını kaldıramayan, 1970'lere kadar diğer sağ partilerin kanatları altında siyaset yapabilen, 1970'lerde ilk koalisyon deneyimini yaşayan bir siyasi hareket 1990'lardan sonra Türkiye siyasetine ağırlık koyacak duruma gelecektir. Şimdi 19. yılına girmiş kesintisiz bir merkezi yönetim olarak iktidardadır. Önemli belediyelerde 25 yıl süren kesintisiz iktidarından sonra 2019'da kolu kanadı kırılmış olsa da, hâlâ Belediye Meclislerinde iddiasını (ve işleri engelleme kapasitesini) sürdürmektedir. Üstelik kayyım atama yoluyla belediye yönetimlerine halkın iradesi dışında el koyma imkânlarına da sahiptir. Bu imkânları/baskıları şimdiye kadar daha çok HDP belediyeleri için kullanmış olmasına bakarak orada duracağını sanmamak gerekir. Fırsatını bulduğunda daha büyük lokmalar yutmaya hazırlık yaptığını öngörmemek saflık olacaktır. 

Sonuç 2: Siyasal İslamcı hareket, her ne kadar hem egemen hem de muhalif bir söylem tuttursa, iktidardayken bile mağdur rolü oynamayı hiç bırakmasa, seçkinlerin halkın iktidarına karşı tuzak kurduğu iddialarını yineleyip dursa da, siyaseten oldukça yıpranmıştır. Türkiye ekonomisini yönetememiş; işsizlik ve yoksulluk kriziyle bunalan ve bir bölümü artık mutlak yoksullukla ve açlıkla boğuşan toplumun dertlerine derman olamamıştır. Burada artık toplumu onun esas gündemini çarpıtacak süfli konularla, algı yönetme denilen yalan ve iftiralarla avutma veya meşgul etme imkânları da iyice daralmıştır. 

Sonuç 3: Cumhuriyet tarihine geniş açıdan bakarsak, başından beri Cumhuriyetin en radikal karşıtı olan siyasal İslamcı hareket, 1994 sonrasında toplamda 27 yıllık yerel yönetim + merkezi iktidar uygulamaları bakımından tarihi rolünü oynamış ve topluma vaad edebileceği yeni bir şey kalmamıştır. Üstelik siyasal İslamcı iktidar, yürütme başının elinde merkezileştirilen güç yoğunlaşması bakımından eşi benzeri olmayan bir otokratik süreç yaratmış, yetki eksikliği veya farazi bir "vesayet odakları" söylemi üzerinden kendisine inandırıcı bir mağduriyet alanı inşa etmesi olanaklarını yitirmiştir. Büyük yolsuzluklarla ve yağmalarla da anılan bu çeyrek yüzyılı aşkın iktidar pratiği, artık siyasal İslamcı hereketi başlangıçta kendisine atfedilen saflığı, dürüstlüğü, güvenilirliği taşıyamayacağı bir noktaya getirmiştir. Bu hareket artık sorumluluklarıyla başbaşadır. İktidarı devretmeme eğilimleri de kendi İslamcı rejimini inşa etmesi davası kadar, hatta ondan daha çok, sırtında taşıdığı bu büyük kriminal suçlar nedeniyledir. AKP'nin ilk kurucularının bir bölümünün partiden kopuşunun bir nedeni de budur. 

Sonuç 4: 1994'ten başlayarak 2018'e kadar süren çeyrek yüzyıllık süreç, siyasal İslamın Türkiye'de "önlenemez" yükseliş dönemi olarak da tarif edilebilir. Gerçi, 2015 sonrasında bu yükselişte bir kırılma yaşanmıştır. Ama buna rağmen 2017 Anayasası ve bunun uygulamaya yansıtıldığı 2018 dönüşümleri gibi Türkiye'nin anayasal/yönetsel kaderini belirleyen çok kuvvetli değişikliklerin tam da bu göreli zayıflama döneminin ürünleri olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca, azalmış oy oranına rağmen bugün bile anketlerde AKP açık ara öndedir; dağınık muhalefete yönelttiği siyasi ve hukuk-dışı operasyonlar sonuç verirse, iktidarını sürdürmeyi bile (belki) umabilecek durumdadır. 

Bununla birlikte, bir tükeniş sürecine girdiğini söyleyebilmek için sadece oy oranlarına bakmak yeterli değildir. AKP, ideolojik olarak tükenmektedir. Kendi saflarını bir arada tutabilmenin tek yolu, artık iktisadi çıkarlar ve bol sıfatlı/ücretli kariyerler sunabilmektir. Ama, taliplerin sayısı durmadan artmaktadır ve herkesi birden tatmin etmenin yolu yoktur. Farklı olanaklar sunulanların aralarındaki çekişmeler de cabasıdır. İktidar olanaklarının korunduğu bugünlerde bile, bu yarı-kapitalistleşmiş parazit yönetici/sermaye katmanlarının kendi içlerindeki ideolojik, politik, akçalı saflaşmaların aşılması olanakları giderek yitirilmektedir. Önümüzdeki süreçte tükenişin belirtilerinin su yüzüne daha fazla vurması beklenebilir.

***

Siyasal İslamcı hareketin yükselişinin ta başından itibaren "önlenemez" olmadığı da açıktır elbette. Siyasal İslamın yolunu açan sadece 12 Eylül askeri yönetimi ve ABD'nin ılımlı İslam tercihleri değildi. Muhalefetin genel olarak, SHP-CHP-DSP'nin 1990'lardan itibaren özel olarak bu yükselişteki payını görmezden gelemeyiz. Halen AKP'nin oy oranı bakımından gerileyişi RTE sayesinde yavaş tempoda gerçekleşmektedir. Ama buna, anamuhalefetin iktidar adayı olmak bakımından gösterdiği çok düşük performans da katkı yapmaktadır.

sol.org.tr/yazar/siyasal-islamci-hareketin-yukselisi-ve-tukenisi-23653

 

05.01.2021, SOL PORTAL, KABARAN SUÇ DOSYALARI

Kabaran suç dosyaları

İktidarın karar ve eylemlerinde, yargıya müdahalelerinde; orduya, akademisyenlere, siyasetçilere, gazetecilere ve bazen de işadamlarına kurulan kumpaslarda; kamu varlıklarının/imtiyazlarının kamu yararına aykırı olarak özel çıkarlara tahsisinde ve benzeri işlemlerde, her şey genelde hukuki kılıfına uydurularak yapılmaya çalışıldı. İktidar yargıyı ve medyayı tam emrine aldıktan sonra bu işler daha sistematik yürümeye, hatta bazı durumlarda talimat verilmesine bile gerek duyulmamaya başlandı; vücut dili yeterli olabiliyordu. Ama yargı bu denli iktidara bağlanınca, artık hukuki kılıflar konusunda bile yeterli özene ihtiyaç kalmıyor, hatta Anayasa hükümlerine açık aykırılıklardan bile artık çekinilmiyordu. Yargı içindeki çıkar ağları da bu ortamda serpilip örümcek ağları gibi her yeri sarıyordu. Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın Metastaz ve Cendere kitapları tam da bu ağların bir bölümünü ama en önemlisi de bunların sistematiğini açığa vuruyor.

Kabataş dosyası hiç kapanmayacak

Yargı ve medyanın yürütme organının sopalarına dönüştürülmesi son ikibuçuk yıldır uygulamada olan sözde "anayasal" Tayyip usulü başkancı rejimin bir sonucu değil yalnızca. Köklerini bu iktidarın kuruluşundan veya hiç olmazsa 2007 yılından başlatmak gerekiyor. 2013 yılı Gezi Direnişi'nin bu süreçte yeni bir tırmanmanın da kapısını açtığını unutmadan. Şu bakımdan: 2007 sonrasındaki yargı ve medya kumpaslarıyla her muhalif hareketin (ve Cumhuriyet mitingleri düzenleyicilerinin) sindirildiği veya en azından artık kontrol altına alındığı rehaveti içinde olan iktidar, 2013'te kendisine yönelik ve uzun süre dinmek bilmeyen kitlesel halk tepkilerini anlamlandırmakta güçlük çekmişti. Uygulanan tüm polis şiddetine rağmen direnişin bastırılamaması da bir başka güvensizlik duygusu yaratmıştı. 

Gezi direnişini kriminalize etmeye yönelik hamleleri de bu yüzden fazla gecikmemiş, henüz Haziran'ın ilk yarısında her ayrıntısı kuyruklu yalanlarla, porno seviyesindeki fantezilerle örülmüş "Kabataş saldırısı" denilen açık kışkırtmanın fitili ateşlenmişti. Dolmabahçe Camii uydurması da buna eklenerek Gezi karşıtı bir toplumsal iklimin yaratılması; Gezi'nin itibarsızlaştırılması; iktidarın kendi kitlesini konsolide etmesi ve mümkünse direnişçilerin karşısına gerici bir ayaklanmanın çıkartılması denenmişti. TCK'da yeri olan "iftira", "suç uydurma" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçları, iktidar ve yandaş medya işbirliğiyle örgütlü ve sistematik bir biçimde işlenmişti. 

Örgütlü ve sistematikti çünkü ilk işaret fişeği Başbakan tarafından 11 Haziran'da çakıldıktan sonra gerisi ilmik ilmik örülmüştü. Yandaş gazeteciler korosunun ilk tetikçileri Yeni Şafak Gazetesi'nin Ankara temsilcisi Abdülkadir Selvi ile Star Gazetesi'nden Elif Çakır'dı. 13 Haziran itibariyle "ayrıntılarıyla" örülen bu düzmece haber imalatının gerisinde, sözde mağdurun ciddiye alınamayacak sözde itirafları ile "gazetecilerin" izlediklerini iddia ettikleri sözde bir video kaydı vardı. Bu olayın günbegün nasıl geliştiğini 15 Ekim 2015 tarihli Sol Haber Portalı yazımızda yazmıştık; meraklısı bakabilir. 

Burada tekrar ele almamızın bir nedeni de şu: O zamanlar "çok satan medya"nın henüz bütün unsurları teslim alınmamıştı. Her ne kadar Cumhuriyet ve Birgün gibi doğru haber peşindeki medya organları bu komployu ilk günden itibaren teşhir etmeye çalışmışlarsa da, bunun açık bir iftira kampanyası olduğunun kanıtlanması ve geniş kitlelere gösterilebilmesi, Kanal D'nin gerçek bir gazetecilik sayılabilecek yayını sayesinde 13 Şubat 2014'te mümkün olabilmişti. Bu yayının ertesi günü, 14 Şubat 2014'te, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Başbakan, sözde müşteki ve yukarda adı geçen iki gazeteci hakkında suç duyurusunda bulunmuştuk. (5 Mart 2014'te RTE hakkında soruşturmaya yer olmadığını duyurup onun dışındakiler için soruşturma bürosunun görevlendirildiği bildirilmiş, bir yıl sonra bunlar hakkında da takipsizlik kararı verilmişti). Bu arada 9 Mart 2015'te Cumhuriyet gazetesi de bir gazetecilik olayına imza atmış ve olayın mesnetsiz olduğunu anlatan bir polis raporunu ele geçirip açıklamıştı.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken olgu, bugün artık Kanal D veya benzeri bir "merkez" medya organının dahi ortada kalmamış olmasıdır. Siyasal İslamcı iktidar, kamu bankalarını da kullanarak, bütün sermaye medyasını tamamen emrine almıştır. Bunda, 2013 yılındaki Haziran direnişi ile 17-25 Aralık'taki yolsuzluk ifşaatları ilk dönüm noktaları olmuştu; Haziran 2015 seçimlerinden itibaren (Kasım 2015 hariç) iktidarın Meclis çoğunluğunu kaybetmesi ve 15 Temmuz 2016'da kendi beslediği dış destekli FETÖ'cülerin darbe girişimine maruz kalması sonrasında, iktidarını korumak için yeni güç yoğunlaşmalarına olan ihtiyacı büyümüştü.

Bugünleri ilgilendiren bir diğer zorunluluk da şu: Düzmece Kabataş olayında çok açık bir biçimde suç işleyen ve bunun hukuki bedelini ödemeyen siyasetçi/ "gazeteci" zevatın, bugün Fikri Sağlar'ın sıradan (ve ifadesinin birinci bölümü bakımından kısmen anakronik ve kaybedilmiş bir davaya ilişkin) beyanatından "halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu" imal etmeye ve CHP için de "iktidara gelirse başörtüsünü yasaklayacak" kuyruklu yalanını uydurmaya giden "halkı sürekli aldatma" eksenli bir siyasi zihniyetin sefaletinin vurgulanması zorunluluğu.

Bugün hâlâ uyduruk suçlamalarla Osman Kavala'nın Gezi olaylarının kışkırtıcısı/ finansörü gibi gösterilip rehin alınması, iktidarın Gezi travmasının ne kadar derinlere kök saldığını da göstermektedir. Oluşabilecek yeni halk tepkilerine karşı bir gözdağı timsalinin sürekli olarak göz önünde bulundurulmasına olan ihtiyacı azalmamaktadır. Bir de tabii, bugünlerde mecburen Batı ile yenilenmeye çalışılan ilişkilerde, daha önce örnekleri görüldüğü üzere, bir pazarlık kozu olarak kullanılacak "malzeme" gözüyle de bakılmaktadır ne yazık ki.

Ekonomik suçlar da birikiyor

Aslında siyasi suçlar kategorisinde sayılabilecekler yukardakilerle sınırlı değil kuşkusuz. Egemenliği FETÖ ile paylaşmak, devlet sırlarını bu casusluk teşkilatının emrine vermek, TSK'ya kumpas kurarak komuta kademelerini zayıf düşürmek başlıbaşına büyük anayasal suçlardır. Bunlara birçok başka konu da eklenebilir. 

Ekonomik suçlar denilince, bunların bir bölümü TCK kapsamına girebilecek nitelikte açık kanunsuzluklardır, yolsuzluklardır; ama daha önemsiz olmayan bir bölümü kanunların kenarından dolaşan, İhale Kanunu'nda olduğu gibi istisnaları kural haline getiren çarpık ve şaibeli uygulamalardır; aslında daha da cesametli bölümü halka karşı, onun toplumsal mülkiyet haklarına karşı işlenen ve bedeli esas olarak siyasi düzlemde ödenmesi gereken suçlardır. 

Bu bağlamda en kapsamlı ekonomik suçlar bütünü, özelleştirme uygulamalarıyla işlenmiş, özel çıkarlar lehine kamu yararı ve çıkarları hiçe sayılmıştır. Yap-işlet-devret ve KÖİ uygulamalarıyla kamusal yararın çok üzerinde maliyetlerle yapılan altyapı yatırımlarının tümü de bu kapsamdadır. Bunlarda, siyasi kademelerin varsa özel çıkar ilişkilerini çok aşan kamusal maliyetler üstlenilmiş ve yükü nesiller boyunca halka bindirilmiştir. 

Ekonomi yönetiminin ehil olmayan kadrolara bırakılması ve daha da az ehil olan Saray yönetiminin ekonomik kararlara kendisine özgü "ekonomi fantezileri" üzerinden sürekli müdahale etmesinin yol açtığı kamu zararları belki de en kapsamlı ekonomik suçları oluşturmuş durumda olabilir. Milli paranın değerini koruyabilmek için eldeki tek araç olan faiz silahının kullanılmasını 2018 ve 2020 yıllarında iki kez çok güçlü müdahalelerle engelleyen ve mevcut döviz rezervlerinden fazlasının erimesine (toplam rezervlerin eksi 49 milyar dolara düşmesine) yol açan bir iktidar anlayışı, ekonomik suç işlemiş demektir. 

İktidardaki ömrünü uzatabilmek için etrafında liyakatsiz kadrolardan bir sadakat çemberi oluşturabilmek adına Hazine'nin zararına olacak şekilde bu "kadrolara" hak etmedikleri maddi olanakların sağlanması; sermayenin desteğini yitirmemek için bunların belirli kesimlerine özel imtiyazlar /aşırı kârlar tanıyacak uygulamalar içine girilmesi; şirketlere ve yandaş vakıf ve derneklere imar rantlarından ve kamu varlıklarından olağanüstü büyük (usulüne uygun olduğu dahi kuşkulu) ikramların yapılması; kamu bankalarının birer arpalık gibi kullanılarak zarara uğratılması ve batık kredilerle daha da büyük zararlara muhatap kılınması; Türkiye Varlık Fonu'nun bir aile şirket gibi ve Meclis'e hesap vermeden yönetilmesi, ve benzerleri, geniş anlamda ekonomik suç kavramı çerçevesinde düşünülmek durumundadır. (Bu bağlamda ayrıca 15 ve 22 Aralık Sol Gazete yazılarımıza da gönderiyoruz).

Kriminal anlamda suçları giderek kabaran bir iktidar türünün, kendisinden yana görmediği kesimler üzerine kriminal suçlar icat ederek gitmesi aslında şaşırtıcı sayılmaz, suçları örtmenin en çok denenmiş yolu karşı-suçlamalardır; hele ki bütün kolluk, yargı ve medya güçleri emrinizdeyken. Ama bunlar ancak kısa vadeyi kurtarır; orta/uzun vadede hesap verme günleri bir şekilde gelir.

sol.org.tr/yazar/kabaran-suc-dosyalari-23118

 

22.12.2020, SOL PORTAL, İKTİDARIN MALİYETİ YÜKSELİYOR

 İktidarın maliyeti yükseliyor

 
 

Geçen haftaki yazımızın ana konusu, AKP rejimi siyaseten sıkıştıkça, iktidar merkezinin yakın çeperlerinde (sadece Saray'da değil; taşra ve yurtdışında da) görev alan üst kademe yöneticilerin sadakatlerini korumanın rayicinin de giderek yükseliyor oluşuydu. Böyle bir durumun hukuki zemininin, 2017 Anayasası, 2018''de çıkarılan uyum yasaları ve Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle hazırlandığını vurgulamıştık. Rejim sıkıştıkça, çok yüksek maaşlar yanında ikincil/üçüncül görevlendirmelerle sağlanan ücretler/hakkı huzurlarla sadakat ilişkilerinin perçinlenmeye çalışıldığının altını çizmiştik. Ücret dışı ödüllendirmeler ise daha kapalı devre gidiyor kuşkusuz.

Bütün bunlar ideolojik yakınlıklara, eş-dost/hemşeri bağlantılarına ve ortak ekonomik /siyasi çıkarlara dayanan klientalist ilişkiler yumağı yani  kayırmacılık /himayecilik ağları doğurmaktadır. Liyakati dışlayan ve toplumsal/siyasal yükü giderek büyüyen bu tür bir kadrolaşmanın yol açtığı maliyetler kuşkusuz bu kadroların doğrudan ekonomik maliyetlerini çok aşmaktadır. Bu arada, görünürde halkın seçimiyle gelen siyasiler (milletvekilleri, belediye meclisi ve il genel meclisi üyeleri) de gerçekte monokratın/partinin ön onayına tâbi olmak bakımından üst kademe yöneticisinden çok da farklı ilişki ağları içinde değillerdir. 

Sermayenin sadakatinin maliyeti

Aslında, hiyerarşinin tepesindeki siyasi kişiliğe kamu üst kademe yöneticilerini ve partisinin siyasetçilerini dilediği gibi şekillendirme bakımından hukuken/fiilen tanınan aşırı yetkiler, iktidarın kendini güvenceye almak için kullandığı tek düzenek değildir. Bizim bu yazıda asıl vurgulamak istediğimiz, uzun iktidar yıpranmışlığına rağmen iktidarı bırakmamakta direnen (direnmeye mecbur olan) bir iktidar biçiminin, sistemin egemeni sermaye kesimleriyle başka türden ilişki ağlarını da örmeye ihtiyaç duyduğu ve bunun topluma maliyetinin çok daha yüksek olduğudur. 

Kastettiğimiz, sermayeye sürekli olarak varlık/değer aktarımları üzerinden işleyen bir talan düzenidir ve bunun yalnızca son yıllarda iyice öne çıkan "yaldızlı davetiyeli müteahhitler" ile sınırlı olduğu düşünülmemelidir. AKP, iktidar döneminin kabaca ilk yarısında, dış ve iç sermayeye (bu arada kendi teşkilatına) çok önemli değerlenme olanakları sağlayarak hem kendi partileşme sürecini hem de ülke ve dünya çapında siyasi meşruiyet kazanma sürecini pekiştirmiştir. Özelleştirme yağmasının yönetimi bunun çok önemli bir halkasını oluşturmuştur ve oluşturmaktadır. Büyük kentsel rantların ve büyük ihalelerin tek elden yönetimi de, rejimin merkezileşmesinin ve iktidar mensuplarının kendileri için kapitalist olmalarının bir sonucu olduğu kadar rejime sadakati sağlamanın "kaçınılmaz" görünen bir maliyetidir aynı zamanda.

Cumhuriyet'in tüm varlık birikimleri AKP rejiminin ilk döneminde talan edildikten; sıcak paraya ve portföy yatırımlarına kâr/faiz/kur farkı olarak dolar bazında yüzde 30'ları aşan yıllık getiriler sunulan dönemler -mecburen- geride bırakıldıktan sonra, bu iktidarın elinde yabancı sermayeye sunulabilecek kaynak rezervleri önemli ölçüde tükenmiştir. İkinci döneminin ürünü olan geçiş veya kira garantili yap işlet devret modelleri hem kısmidir hem de tıkanma noktasına gelmiştir; bugünkü bütçe imkanlarıyla devam ettirilmesi iyice zorlaşmıştır. 

Yerli sermaye açısından da giderek kamu ihaleleri ve imar rantları alanına doğru sıkışmaya başlamıştır. Böyle durumlarda yeni rant aktarma kanallarının çalıştırılması gerekmektedir ki sermayenin iktidara desteği korunabilsin. Bunlardan biri, 1990'lar tarzı bir kamu iç borçlanması üzerinden sermayeye faiz transferleri döneminin başlaması olmaktadır. Bunun hızlandığını sadece genel bütçe üzerinden dahi görebiliyoruz.

Ama başka örnekler de oluşmaktadır: Makina Mühendisleri Odası'nın Enerji Çalışma Grubu Raporu'nun verilerine bakıldığında, halen elektrik dağıtım şirketlerine ve (yenilebilir enerji kaynaklarıyla üretilen elektriğe sabit fiyatlarla alım garantisi verilmesi üzerinden YEKDEM mekanizmasındaki) üretim şirketlerine aktarılan on milyarlarca liranın (sadece YEKDEM şirketleri için bunun, bazı varsayımlarla, 59 milyar TL olduğu söylenebilmektedir) vatandaşın ve sanayinin sırtına yüklenmesini, ne sosyal ne rasyonel bir iktisadi yönetim mantığı içinde açıklamak olanaksızdır. Türkiye'de enerji faturalarının asgari ücrete oranı yüzde 16'yı bulmuştur. Avrupa İstatistik Kurumu Eurostat'ın verilerine göre 2019-2020 karşılaştırmasına bakıldığında, satın alma paritesine göre Türkiye, meskenlerde kullanılan elektrik maliyeti bakımından Avrupa'nın en pahalı 4. ülkesi olurken, işyeri elektriğinde ise pahalılıkta birincidir. Gerçi, vatandaşı düşünmeyen AKP iktidarı, 2020 yılında pandemi koşullarında özel şirketler lehine indirimler yaparak sınıf karakterini gene göstermişti. Ama gene de sermayenin geçici/ arızi indirimlerle yetinmeyeceği söylenebilir. 

Örnekler çoğaltılabilir; ama işin özü şudur: Sermayenin iktidara sadakatinin sürdürülmesinin maliyeti giderek kabarmaktadır. Ama bu bedel AKP iktidarı aracılığıyla topluma ve ekonomiye yüklenmektedir ve bu maliyet giderek taşınamaz boyutlara ulaşmaktadır. Ayrıca şunu unutmayalım: Sermayenin genel çıkarlarına zarar verdiği andan itibaren sermaye genelinden destekten çok tepki alınması ihtimali büyümektedir. 

Değerli yalnızlığın maliyeti

Türkiye-AB ilişkileri henüz AKP öncesinde, 1995'te imzalanan Gümrük Birliği düzenlemesiyle çıkmaz sokağa girmişti; çünkü AB, bu düzenlemeyle, Türkiye'den alabileceği azami ekonomik ödünü almıştı zaten. Siyaseten istediği tek şey kalmıştı: Türkiye'yi tam üyelik hedefinden vazgeçirmek. Bunu da Erdoğan iktidarı 2004 yılı sonunda AB'ye altın tepsi içinde sunduktan (ucu açık bir müzakere sürecine evet dedikten) sonra, AB'nin Türkiye'yi kendi limanlarına demirli tutmaktan başka stratejik hedefi kalmamıştı. Son 15 yıldır oynanan oyun artık bu son stratejiye ilişkindir. 

Erdoğan iktidarının, ülkenin ekonomik kaynaklarıyla orantısız bir biçimde sürdürmek istediği (Davutoğlu'nun da mimarlarından olduğu) sözde "oyun kurucu" dış politika, ayrıca mezhepçiliğin, bilgisizliğin ve öngörüsüzlüğün duvarlarına da çarpınca bir fiyaskoya dönüşmeye başlamış ve bunun ekonomik ve diplomatik maliyetleri yükselmiştir. Büyük güçleri birbirine karşı kullanmaya dönük devri geçmiş (ki zamanında da yıkımla sonuçlanan) bir Abdülhamitçilik oyununa kalkışarak S-400 gibi yutamayacağı kadar büyük bir lokmayı ısıran; ABD'nin orantısız yaptırımlarına karşı NATO'dan çıkmayı göze almak gibi bir alternatif planı hiç olmayan bağımlı bir iktidar türünün son gideceği yer, başlangıç noktasının çok gerisine düşen bir tavizler politikası yumağı olmak durumundadır. Nitekim şekillenmekte olan şey tam da budur. Ama arada milyarlarca dolarlık maliyetler oluşmakta ve bunlar da halkın/ekonominin sırtına bindirilmektedir. 

Böylesine yalnızlaşılan bir dış politik ilişkiler ortamında, aile boyu ilişkilerin de sürdürüldüğü anlaşılan Katar gibi devletçiklerin emirlerinin eline bakılır duruma gelinebilmektedir. Bu tür yapay devletçiklere ödenen maliyetlerin boyutunun ise, görünenden daha fazla olma ihtimali her zaman vardır. Ama tarihin bize öğrettiği şey, ülke açısından yüksek olabilecek maliyetlerin kişilere yansımalarının çok farklı olabileceğidir. 

Özetin özeti şudur: Siyasal İslamcı rejimin iktidarda kalabilmek için ülkeye/topluma ödettiği ve ödeteceği maliyetler giderek yükselmektedir. Son fatura zamanı geldiğinde bu hareketin hesabı ödemeden masayı terketmesine izin vermemek gerekir.

sol.org.tr/yazar/iktidarin-maliyeti-yukseliyor-22084